22 Mart 2012 Perşembe

namaz risalesi

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, Namaz Risalesi’nde buyuruyor ki:
Mesnevi-yi şerif’te nakledilmiştir:
Dekûkî, Allahü teâlânın sevgisiyle dolu ve keramet sahibiydi. Güzel sözler söyler ve kıssa sahibi bir ârif idi. Yerde gezerken, gökte hareket eden ay sanılırdı. Gece yürüyen insanlara, ay gibi aydınlık ihsan ederdi. Bir mekânı, daimi makam edinmez, iki gün bir yerde durmazdı. Halka şefkatli, âleme su gibi faydalı güzel bir şefaatçi ve duası müstecab bir büyük zattı. Herkese annesinden daha çok şefkatli ve babasından daha merhametliydi. Gündüz seyahat hâlinde, geceleri namazdaydı. Gözleri şahbaz, yani doğan kuşu gibi, avını avlamak için açıktı.
Fetvada halka imam, takvada melek gibiydi. Seyir ve seyahatte ayı geriye bırakır, dindarlıkta dinin gıpta edileniydi. Bu takvası ve zikirleriyle beraber, Hak teâlânın has kullarına daima talipti, onlara rağbet ederdi. Seyir ve seyahatten tek maksadı, hâlis bir kul ile konuşmak, görüşmekti. Yollarda yürürken, (Ey Rabb-i muin! Has kullarına beni yakın et!) der idi.
İşte, bu kıymetli zat Dekûkî diyor ki:
Seyir ve seyahatim esnasında bir gün yedi insanla karşılaştım. Tam bir dikkatle, bunlar kimlerdir diye baktım. Yanlarına vardım. Selam verdim. İsmimle hitap ederek, (Ve aleyküm selam ey Dekûkî) dediler. (Aramızda tanışma yokken, yani daha önce sizinle tanışmamışken, Dekûkî olduğumu, nereden keşfettiniz?) dedim. Birbirlerine bakarak, kalbimi haber verdiler. Dediler ki, (Bu sır gizli kalmasın. Hak teâlânın muhabbeti hangi kalbde olursa olsun, ehl-i nazar onu bilir.) O yedi kimse bana dediler ki:
(Ey temiz kişi, sana uyup, müşküllerimizi sizin sohbetinizle hâlletmek isteriz.)
Sohbetlerinde kendimden geçtim. Bir saat kadar bayılmışım. Allahü teâlâya yaklaştıran bütün makamları geçtim. İmamete ehil oldum. Dediler ki bana:
(Ey âlemin bir tanesi, bu iki rekât namazı kıldır da gönlümüz ziynetli olsun. Ey gözümüzün nuru, imam gören olmalı, kör olmamalı. Bilmez misin ki, görmeyenin, körün imameti mekruhtur. Çünkü necasetten kendini koruması müşkül olur. Muradımız, bunların bâtın gözüdür. Bâtın gözü olmayan kimse, bâtınî necaseti göremez ki, temizlensin. Zâhirî necaseti su temizler. Bâtınî necaseti, gözyaşları temizler.)
Dekûkî imam oldu. O yedi kimse de cemaat oldular. Ne zaman ki, namaza dâhil oldular, cemaat atlas, Dekûkî ziynet oldu. Bu itibar sahibi olan kavim, o şöhretli imama uydular, tâbi oldular. Allahü ekber denince kendileri kurban olup, cihandan çıkmış oldular.
Tekbirin hakiki manası budur ki, (Ey Hüdavendi-i âlem! Bizler sana, kurban olmuşuz. Çünkü kurban keserken İbrahim aleyhisselam, Allahü ekber dedi. İnsan kendi nefsini Hâlıkına kurban etmek istediği zaman mutlaka Allahü ekber der. Nefsin kurban edilebilmesi için, keskin bıçak, ancak Allahü ekberdir.)
Vücud bu suretle kurban edilerek, Bismillah ile namaza başlandı. Allahü teâlânın huzuruna dâhil olundu. Kıyamet gününü düşünerek Allahü teâlânın huzurunda saf bağlayıp, yalvardılar. Allahü teâlânın huzurunda gözyaşı dökerek, hasret, pişmanlık ve korkuyla Kıyamet ve mahşer için hayrete düştüler. Hak teâlâ buyurur ki:
(Ey kulum! Sana verdiğim mühlet ve fırsatlarda ne kazandın? Benim huzuruma neyle geldin? Amellerin neticesi ve bu müddette yaptığın işlerin semeresi nedir? Ömrünü neyle sona erdirdin? Kuvvet ve gücünü nerede tükettin? Ömrünü nerede harcadın? O kıymetli nefesleri nerede sarf ettin? O güzel cevheri neyle yıprattın? Beş duygu organın nereye rehber oldular? Göz, kulak ve idrak, arşın cevherleridir. Bunlara mukabil ne satın aldın? Parlaklıkta nihayeti olmayan ve yıldızlardan yukarı olan bu cevherleri nerede sarf eyledin? Merhamet ederek sana verdiğim, el, ayak ve güçlü kollarınla ne yaptın? Bunlarla kazandığın nedir?)
Böyle zor ve korkulu suallerle Cenab-ı Hakk’ın sorguya çektiği kimse olur. Bu hitaplar kıyamda olduğundan, hayâ ve utancından ayakta kalmaya takat getiremediğinden, beli bükülür, rükûa varır. Rükûda tesbih ile başlanır. Bir daha ilahi ferman gelir ki, kulun Hakk’a hesap vermesi lazımdır. Hesap görmek için başını kaldırır. Rükûdan başını kaldırırken, isyan ve günahlarına karşı nail olduğu hâlden ve Allahü teâlânın lütuflarından utanarak secdeye kapanır. Zillet ve acizliğini arz etmek için en şerefli azası olan alnını toprağa koyar. Hak teâlâ sonsuz rahmet ve merhametinden dolayı, yüzünü topraktan kaldırmasını emreder. Yine Allahü teâlânın bu merhametini görünce, tekrar secdeye kapanır. Yine başını kaldırmasını, Cenab-ı Hak emir ve ferman eder. Başını kaldırınca, Hak teâlâ hitap eder, (İnceden inceye senden hesap isterim) der. Bu ilahî hitabın heybeti, beklemeye kudret bırakmaz. O ağır sual ve cevabın altından kalkamayacağını görür. Hak teâlâ, oturduğu yerde hesabını emreder.
Hitab-ı ilahi şu şekilde sudûr eder ki:
(Sana yardımda bulundum ve şu kadar nimetler verdim. Buna karşı şükrün neydi? Sana sermaye vermiştim. Göster ticaretini! Ne kazandın? Bana birer birer söyle!)
Hesabın dehşetinden yüzünü sağ tarafına çevirip, Enbiya-i a’zam ve Evliya-i kirama selam verir. Onlarla tevessül eder, onlardan şefaat diler. Yani der ki, (İşleri şefaat olan ve şefaat ederek çaresizlerin yardımına koşan cemaat, bu kınanmışlık hâlim müşkül oldu. Bu acınacak hâlim için, eman dilerim.) Enbiya-i i’zam derler ki: (Çare günleri geçti. Fırsat zamanlarında tevbeyle hâline çare bulmalıydın. Vakitsiz öten horozun başını kesmek gerektir.) Sol tarafından ümit bekler. Yakınlarına, ahbaplarına ve dostlarına selam vererek istimdat eder. Onlardan da, (Bizden sana fayda yok) cevabını alınca, hepsinden ümidini keserek, ellerini kaldırıp, dua eder. Der ki:
(Ey kâinatın Hâlikı, ne sağdan, ne soldan, bana imdat yetişmedi. Hepsinden ümitsiz oldum. Duanın kabul olduğu makamdır) diye yalvarmaya ve niyaza başlar. O zaman (Ve zannü enlâ melcâe minallahi illâ ileyh) hükmünce, ilahi, nihayetsiz merhamet denizi coşup, lazım gelen ifa buyurulur.
Bu suretle namazları da sona erdi.

Hiç yorum yok: